Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK
Beğdililerin
ilk beyi Harzemşahlar hükümdarı Atsız Bey’in dedesi Anuş Tigin’dir.
Bunu İlhanlı tarihçilerinden Reşidettin belirtmektedir. Türklerin Ergenekon
Destanı’ndan ilk haber veren tarihçi odur. Bu nedenle biz Reşidettin
ve onun "Camiü’t-Tevarih" adlı eserine çok şeyler borçluyuz. Prof.
Dr. Faruk Sümer, "Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları"
adlı iki ciltlik eserinde "Büyük Selçuklularda Şahıs Adları"ndan
bahsederken Anuş Tigin için, o Alparslan ve Melikşah’ın
en büyük emirlerinden Gümüştekin Bilge’nin Gorcistan
(Garcistan)’lı bir Türk memlüküydü, "Harzemşahlar Devleti’nde Türkçe
Adlar"dan bahsederken de, “Onun Oğuzların Beğdili boyundan olduğuna
dair Camiü’t-Tevarih’teki sözlere inanmak, asla mümkün değildir” der.
O
bu bilgiyi Muhammed el-Munşi en-Nesevi’nin "Siyretü Sultan
Celalettin" adlı eserine göre verir. Ancak söz konusu eserde Anuş
Tekin’in Beğdililerin beyi olmadığına dair bir bilgi yer almaz. Çünkü en-Nesevi,
Reşidettin’in gençlik yıllarında vefat etmiştir. Faruk Sümer, söz
konusu kesin kanaate nereden varmış, bilmiyoruz. Oysa bilimde, hele ki tarihi
ya da sosyolojik araştırmalarda kesinlik söz konusu olamaz. Çünkü, Reşidettin’in
"Camiü’t-Tevarih" eseriyle En-Nesevi'nin “Siyretü
Sultan Celalettin” adlı eseri arasında 50-60 yıllık bir fark bile
olmamasına rağmen, belge belgedir. F. Sümer anlamayabilir ama, bir başka
araştırmacı anlar. Sakın, Garcistan (Gorcistan)’la Gürcistan’ı
kimse birbirine karıştırmasın, Garca denmesini de kimse Gürcü zannetmesin.
Çünkü o zamanlar Gürcistan ve Gürcü adı yoktu. Bu adlar çok daha sonra
verilmiştir.
Gelelim
Anuş Tekin’in Gümüştekin Bilge Bey’in kölesi olduğuna. Bu kölelik
mevzuu da tartışmalıdır. Çünkü Tekin adını Göktürk, Gazneli ve Selçuklu bey
sülalelerinden başka biri taşıyamaz. Hele ki bir köle hiç taşıyamaz. Şimdi biri
çıkacak diyecek ki, peki Memlüklüler ne oluyor? Memlükün ya da Memlüklerin ne
olduğunu, nereden geldiğini bilen biri asla bu soruyu sormaz. Çünkü Memlükler Türkistan’dan,
Horasan’dan, Azerbaycan’daki Türk topraklarından Araplar
tarafından tutsak alınan Türk gençleri veya Türk çocuklarıydı. Bunların bir
kısmı da hükümdar ve bey sülalesinden geliyordu. Hükümdar ve bey sülalesinden
gelenler Tekin adını alabilir, ya da taşıyabilirler. F. Sümer’in bunu
bilmemesine imkan yok. Memlük olmak o kişinin bey olmasına engel değil. Kim
bilir memlüklüğü söz konusu tarihçimiz Beğdililerin ilk çıkış beyi olmaya bir
engel olarak görmüştür ama, onun şahsi fikri beni, ya da araştırmacıları
bağlamaz.
Memlüklerden
İhşidler var. Bunu biliyoruz. İhşid adı Akşit’ten gelir. Akşit
de Semerkant hükümdarı Akşit Oğuzbek’ten başkası değildir. Akşit
isimdir. Onun oğlu Muhtar Oğuzbek vardır ki, babasının 712 ya da 713
yılında öldürülmesiyle Semerkant hükümdarı olmuştur. Demek ki, bunlar
herhangi bir nedenle Abbasiler’de askerlik görevi almış, zamanla
yükselerek Suriye ve Mısır’da İhşidler Devleti’ni
kurmuşlardır. Memlük, Araplarda sırf köle anlamına gelmez, Arap ve Acemler’in
dışındakileri, bilhassa askerlik ve halifelik hizmetindeki Türklere verilen
addı.
Türklerde
Araplardaki gibi kölelik müessesi yoktu. Anuş Tekin’e Melikşah’ın
İbrikçibaşısı deniyor. İbrikçibaşı, saraydaki hizmetçileri organize eden kişiye
verilen bir addır. İbrikçibaşı illa eline ibriği alıp da hükümdarın eline su
dökmez. Dökse bile ne olur ki… Zaten bütün beyler, kumandanlar hükümdarın
hizmetçisi değil mi? Bunda aşağılanacak herhangi bir durum yok. Ben şahsen
böyle düşünüyorum.
Reşidettin’i kaynak aldığımızda; Anuş Tekin, Beğdili’lerin geldiği ilk belirli şahsiyet olduğuna göre, demek ki bu bey bir Türkmen. Beğdili, beyce konuşan anlamına geldiği gibi, bey gönüllü anlamına da gelebilir. Çünkü “dil” kelimesi Farsçada gönüllü demektir. Beğdilii de bey gönüllüsü demektir. Peki, Türkmenlerde Anadolu fethine katılan gönüllüler kimlerdir? Bunları herhangi bir Selçuklu kumandanının veyahut komutanın emrinde hareket etmemiş kabul ettiğimizde, gerçekten de öyle, karşımıza -1041-1042 yıllarında Urumiye gölü kıyısında, Kızılboğa’ya bağlı 4000 çadır, Göktaş Bey’e bağlı 4000 çadır, Yağmur oğlu Bögi (Alp)'a bağlı 4000 çadır, Anasıoğlu ve Oğuzoğlu Mansur’a bağlı 4000 çadır- toplam 16 bin çadır olan ve Hakkari’den Anadolu’ya giren Türkmenler çıkar.
Türkmenler ilkin Yağmur Bey’e bağlıydılar. Bunlara Arslan Yabgu'dan dolayı Yubgulu Türkmenleri de diyorlardı. Onun ölümüyle Kızıl Bey’i lider seçtiler. Onun 1041 yılında ölümüyle Kızılboğa liderliğe getirildi, yani bey oldu. Kızılboğa’nın 1045, aslında 1047 yılında bir gece Irak’tan gelen Buhevhoğulları’na mensup ordu tarafından Diyarbakır kalesine girilip öldürülmesiyle, beylik Anasıoğlu Tekin’e geçti.
Reşidettin’i kaynak aldığımızda; Anuş Tekin, Beğdili’lerin geldiği ilk belirli şahsiyet olduğuna göre, demek ki bu bey bir Türkmen. Beğdili, beyce konuşan anlamına geldiği gibi, bey gönüllü anlamına da gelebilir. Çünkü “dil” kelimesi Farsçada gönüllü demektir. Beğdilii de bey gönüllüsü demektir. Peki, Türkmenlerde Anadolu fethine katılan gönüllüler kimlerdir? Bunları herhangi bir Selçuklu kumandanının veyahut komutanın emrinde hareket etmemiş kabul ettiğimizde, gerçekten de öyle, karşımıza -1041-1042 yıllarında Urumiye gölü kıyısında, Kızılboğa’ya bağlı 4000 çadır, Göktaş Bey’e bağlı 4000 çadır, Yağmur oğlu Bögi (Alp)'a bağlı 4000 çadır, Anasıoğlu ve Oğuzoğlu Mansur’a bağlı 4000 çadır- toplam 16 bin çadır olan ve Hakkari’den Anadolu’ya giren Türkmenler çıkar.
Türkmenler ilkin Yağmur Bey’e bağlıydılar. Bunlara Arslan Yabgu'dan dolayı Yubgulu Türkmenleri de diyorlardı. Onun ölümüyle Kızıl Bey’i lider seçtiler. Onun 1041 yılında ölümüyle Kızılboğa liderliğe getirildi, yani bey oldu. Kızılboğa’nın 1045, aslında 1047 yılında bir gece Irak’tan gelen Buhevhoğulları’na mensup ordu tarafından Diyarbakır kalesine girilip öldürülmesiyle, beylik Anasıoğlu Tekin’e geçti.
Bu
Türkmen beylerin çadır sayısını belirten F. Sümer, maalesef Anısoğlu ile
Boga (Kızılboğa)’nın birbirini bir bıçak düellosu sonucu öldürdüğünü
söyler, ama bu Mükrimin Halil Yinanç'ın 1944 baskılı Selçuklular
Devri (Anadolu'nun Fethi), Prof. Dr. Ali Sevim’in "Suriye-Filistin
Selçuklu Devleti Tarihi" adlı araştırma eserlerine göre, doğru
değildir.
Boga, Anasıoğlu, Göktaş,
Bögi ve Oğuzoğlu Mansur’dan vakayinamesinde bahseden Mateos
bile, bir yerde, 1062 yılından bahsederken Saluri Horasan, Cemceme
ve İsulu Bey’lerden söz eder; bunların Diyarbakır'ın Mervani beyi
Nasr’dan yardım alıp Fırat havzasına kadar Ergani’den fetihlere
başladıklarını belirtir. Bundan aynen söz eden Ali Sevim, eserinde İsulu
isminin karşısına bir parantez açıp Anasıoğlu yazmış. Bir Faruk Sümer
nasıl bir bilim adamı ve araştırmacıysa, M. H. Yinanç ve Ali
Sevim de birer unvan sahibi araştırmacı.
İsulu
adı
Diyarbakır çevresinde birkaç yüzyıldır, hatta şimdi bile İzoli ya da
İzolu olarak geçer; bunların bir kısmı, yüz iki yüz yıldır Kürtçe
konuşsa bile, kendilerini Türkmen olarak bilirler. Anadolu içlerinde İsulu
adı halen vardır; Silo da derler (Süleyman ismini bu nedenle daha
çok tercih etmiş olabilirler), kullananlar da bir kelime Kürtçe bilmedikleri
gibi Kürt değil, Türkmendir. Anasıoğlu adından bahseden F. Sümer,
bu adı yerine göre Gızoğlu ya da Oğuzoğlu diye de yazmış.
İtirazımız yok. Onun bu yazdığı doğru olabilir. Ancak çoğu fikrinin doğru
olması bir iki fikrinin de yanlış olmayacağı anlamına gelmez. Zaten Oğuzoğlu
Mansur, Anasıoğlu Tekin’in kardeşidir.
YEDİ
KARDEŞLER
Şarkışla’da Yedi tepe
üzerinde yatan Yedi kardeş hikayesi, efsanesi meşhurdur. İlçemizin her köyü de
bu efsaneyi bilir ve kendi çevrelerine mal eder. Şimdi bile kendilerini Türkmen
olarak addedenler, Şarkışla’nın güneyi, güneydoğusu ve güneybatısında,
kısmen kuzeyinde, kısmen de batısında yerleşiktirler. İlçemizin diğer köyleri
de arada sırada Türkmeniz derler ama, bizim köyler kadar değil.
Şarkışla’nın güneyinde, Osmanpınar köyünün hemen üzerinde, bu köyle bizim köy, yani Mengensofular arasında Ziyaret denilen bir tepe var. Bu tepenin üzerinde Yedi kardeşlerden biri yatar. Yedi kardeşin yedisinin de ayrı bir tepede yattığı, onların bu tepe üzerlerinde şehit düştükleri söylenir. Türkmenler her yıl gelir, bu tepenin üzerinde dua okurlar, dilek tutarlar. Hatta yağmur duası için bile buraya çıktıkları olur. Dualar yapılır; gerçekten de yağmur yağar.
Şarkışla’nın güneyinde, Osmanpınar köyünün hemen üzerinde, bu köyle bizim köy, yani Mengensofular arasında Ziyaret denilen bir tepe var. Bu tepenin üzerinde Yedi kardeşlerden biri yatar. Yedi kardeşin yedisinin de ayrı bir tepede yattığı, onların bu tepe üzerlerinde şehit düştükleri söylenir. Türkmenler her yıl gelir, bu tepenin üzerinde dua okurlar, dilek tutarlar. Hatta yağmur duası için bile buraya çıktıkları olur. Dualar yapılır; gerçekten de yağmur yağar.
Ziyaret
Tepesi’ne
çocukluk döneminde birkaç defa çıkmıştım. Bundan 10-15 yıl kadar önce bile
memlekete gittiğimde yine çıkmıştım. Ziyaret Tepesi hakkında, şehit
düşen Yedi kardeş hakkında Türkmenler, çevre köylüler çok şeyler anlatırlar.
Eskiden
Şarkışla'ya bağlıydı, şimdi Gemerek'e bağlı, Bulhasan köyü
internet sitesinde, "Köy sınırları içinde yer alan Ziyaret dağı adı
verilen dağda metfun bulunan zatın yedi kardeşi vardır. Yedi kardeş
Afganistan’ın Kuzeydoğusunda yer alan Bulhasan adı verilen bölgeden
gelmişlerdir. Yedi kardeşin tamamı, yapılan bir savaşta şehit olurlar ve
cenazeleri birbirini görür konumdaki yedi ayrı dağa defnedilir. Ziyaret dağında
metfun bulunan zatın adının da Bulhasan Devlet-lû olduğu, köyün adının da
buradan geldiği diğer bir rivayettir" diye belirtilir.
Kuzey
Afganistan
dahil, Özbekistan'ın güneybatısını da içine alan ve Türkmenistan'a
kadar uzanan kısma çok eskiden Gorcisatan (Garcistan) derlerdi. Burası Horasan'a
dahildi. Bulhasan köylüleri, kendilerini Oğuz'un İlbeyli
Türkmenleri'nden olduklarını, bu köye XVIII. Yüzyıl'da konar göçerlikten
yerleştiklerini söylerler. F. Sümer'e göre İlbeyliler de Beğdili'ye,
yani Halep Türkmenleri'ne bağlıdırlar. Beğdililer’in ilk beyi Anuş
Tigin'in de Horasan'ın Gorcistan bölgesinden olduğunu göz
önünde tuttuğumuzda, taşlar yerine oturur ve Reşidettin haklılık payı
kazanır.
Muhsin
Yazıcıoğlu'nun
köyü Elmalı'da da Yedi kardeş efsanesi'nden ve Ziyaret Tepesi'nden
söz edilir, bu kardeşlerden birinin Kara Baba olduğunu, yedi kardeşin Horasan'dan
Bizanslılar ile savaşmak için geldiklerini belirtilir. Oysa Elmalı köyü
Şarkışla'nın kuzeydoğusuna, Bulhasan köyü de batısına,
Kızılırmak tarafına düşer. Resimdeki gibi, Şarkışla'nın Topakkale'den
çekilen fotoğrafta, tam karşıda görülen Ziyaret Tepesi de, güneye düşer
ve Mengensofular'a giderken doğusunda yer alır. Bu Türkmen kültürü
ilçemizin % 90 her köyünde vardır. Hatta Gümüşhane'nin Köse
ilçesi Bizgili köyünde de Yedi kardeş efsanesi ve Ziyaret
Tepesi'nden söz ederler.
Muhsin
Yazıcıoğlu'nun
sülalesine Kızıllar derler. Onun köylüsü Musa Türkoğlu,
kendilerinin de Halep Türkmenlerinden olduklarını, cedlerine Kızıl bey
dendiğini söylemektedir. Uzunyayla'daki Türkmenlerde de Kızıllar,
ya da Kızıloğulları sülalesi vardır. Mustafa Kemal Atatürk bile, Rumeli'ye
Anadolu'dan çok önceleri göçen Kızıllar sülalesindendir. Onun
sülalesine Kızıloğulları da derler. Kızıl adı Kızılboğa'nın
ya da Boga'nın babası, 1040 yılında, Dandanekan Meydan Muharebesi'nden
sonra vefat eden Kızıl Bey'den gelir.
Şöyle
deyim:
1000
yılını Kameri hesaba vurur isek, karşımıza 1040’lı yılların hemen hemen
başlangıcı, 1041 yılı çıkar. İçinde bulunduğumuz yıl, yani 2011 yılı
Türkmenlerin Urumiye gölü kıyısında toplanmaları ve Anadolu’ya Hakkari’den
giriş yapmalarının kameri milenyum yıl dönümü.
Mükrimin Halil Yinanç, İbn al-Athir ve İbn Arzak'ı kaynak gösterir. Der ki: Bu iki eser birlikte dikkate alınmadıktan sonra düğüm çözülmez. Evet, o bu konuda haklıdır. F. Sümer, İbn Arzak'ı dikkate almış, İbn al-Athir'i es geçmiş olabilir.
Mükrimin Halil Yinanç, İbn al-Athir ve İbn Arzak'ı kaynak gösterir. Der ki: Bu iki eser birlikte dikkate alınmadıktan sonra düğüm çözülmez. Evet, o bu konuda haklıdır. F. Sümer, İbn Arzak'ı dikkate almış, İbn al-Athir'i es geçmiş olabilir.
M.
H. Yinanç'ın
verdiği bilgilere göre, Diyarbakır’ın iktası 1045 yılında Tuğrul
Bey tarafından Kızılboğa ve Anasıoğlu Tekin liderliğindeki
Türkmenlere verilmiş. Aynı yıl Diyarbakır'ın Mervani beyi Nasr kaleyi
boşaltıp Silvan’a çekilmiş. Kızılboğa bahsettiğimiz gibi, bir
gece Diyarbakır kalesindeyken Araplar'ın baskını ile 1047 yılında
şehit düşmüş.
Diyarbakır kalesinin meşhur “Yedi
Kardeş Burcu” var. Bu burç, Dicle tarafına değil de Mardin
tarafına bakar. Saldırılarda ilk ulaşılacak burçtur. Buhevhoğulları'nın,
veya onlara destek için gelen Silvan Mervanileri'nin geldiği yön hesaba
katılır ise, gece baskınının bu burca yakın bir kapı veya duvardan gerçekleşmiş
olma ihtimali yüksek. Yedi Kardeşler Burcu'nda baskını
gerçekleştirenlere karşı çok sıkı bir çarpışma gerçekleşmiş ki, Yedi
Kardeşler Burcu günümüze kadar gelmiş. Şimdi bile o yere Yedi Kardeş
Burcu denir. Yedi kardeş orada şehit düştüler veya Anasıoğlu Tekin
gibi bir yolunu bulup kurtuldular, her şey olabilir.
Yahut
da Diyarbakır kalesinde de, Şarkışla’nın güney, güneydoğu ve
güneybatı tepelerinde, hatta Elmalı ve Bulhasan köyü çevresinde
de yedi kardeşin biri veyahut birkaçı şehit düşmüş, yedi kardeşin diğerleri sağ
kalmış bile olabilir ama, burada vurgulanan yedi kardeşin her biri bir çarpışmanın
içinde yer almış, boğaz boğaza düşmanla mücadele etmişlerdir.
1071’den
önce 1067 yılında Afşin Bey’in, Malatya'dan Şarkışla
tarafına Balıklıtohma çayını izleyerek geldiği, sonra Kayseri
üzerine yürüyüp bu şehrin kalesini fethettiğine dair bilgileri var. Belgeler
açıklar. Bu bey, Anadolu’yu Erzurum’dan Eskişehir’e kadar
birkaç defa kat eden meşhur komutandır. 1060’lı yılların başında da Sivas’a
doğru da bir Selçuklu akını var. Bunu Danişment Gazi yapmış, hatta Sivas’ı
yerle bir etmiş. Daha sonra, herhalde Malazgirt Meydan Muharebesi’nden
sonra Erzincan, Sivas, Tokat şehirlerinin ve kalelerinin tamamen
Selçuklu sınırlarına dahil edilmiş görüyoruz.
Sivas’ta, bilhassa Şarkışla’da
düşmanla, yani Hıristiyanlar ile bundan sonra pek muharebe olmamış. Olmuşsa
ancak Babailer isyanından sonra, 1243 yılında Moğollar'la Selçuklular
arasında olmuştur. Aşıkpaşazade, Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş
Bey’in Kayseri Sivas arasında, yani Şarkışla'da vefatına
değinir. Bu normal bir ölüm değildir, öldürülmedir ama, nasıl olmuş bilmiyoruz.
Yazımızda belirttiğimiz gibi, Şarkışla’nın birçok köyünde türbe ve
yatırlar vardır. Bu türbe ve yatırların bir kısmı 1243 yılından itibaren Moğollar
tarafından öldürülen Türkmenler'e aittir.
Yedi
kardeşin şehit düştükleri her tepenin birbiriyle arasında birkaç km. bulunur.
Bazen bu mesafe 4-5 km.’ye kadar çıkar. Ziyaret Tepesi'nde Cuma
akşamları bir ışık göründüğü söylenir. Bu tuhaf bir ışıktır. Eskiden burada bir
türbe bulunduğu da söylenir ama, şimdi herhangi bir iz yok. Yalnız yığılmış bir
taş yığını vardır, yer mezarı andırır. Aynısı diğer tepelerde de bulunur.
Mesela, Arap Dede tepesinde bir türbe vardır. İster Ziyaret
tepesine, isterse Arapdede türbesine, hatta Kara Baba türbesine
daha çok Türkmenler gelir, onlar yedi kardeşin şehit düşmesini muhayyelelerinde
canlandırarak anlatırlar. Kimi hastalığı varsa, kimi evlenmemiş evde kalmışsa,
şifa bulmak ya da dilek dilemek için buralara gelir.
TÜRKMENLERDE
ÇOBAN KÜLTÜRÜ
Türkmenler,
1041 yılından beri keçi beslerler, koyun beslerler, sığır beslerler. Yani
çobanlık, kameri bin milenyum yıl boyunca onların vazgeçilmez mesleklerinden
biridir. Zamanla sürüsü çok olan kendi yaymayıp güvenilir başkalarına
yaydırmaya başlamış olabilir, olmuştur da… Bu inkar edilemez. Çünkü aileden
savaşlara gidenler olmuş, ya da sürülerinin yaylımına tek başına, ya da ailecek
güç yetirilemez olmuş… vesaire, çeşitli nedenler… Çobanlar pek dışarıdan
tutulmaz, yine tanıdıklardan, aynı obadan, aynı oymaktan, aynı boydan da
olabilir.
Eskiden
köyümüzde, çevre Türkmen köylerinde bir gelenek vardı. Kasım ayında koç katımı
olur, herkes evinde kaç koyunu varsa kendisi yayardı. Belli bir süre yaydıktan
sonra tekrar sürüye katıp çobana teslim ederdi. Bundan sonra yüz gün beklenir,
bu süre içinde kuzu ana karnında tüylenmeye başlar, köy halkı da ümitle
kuzuların doğmasını beklerdi. Çünkü tek geçim kaynakları tarım ve hayvancılık…
Kışın odalarda toplanılır, herkes hayal kurardı. İşte bizim yirmi koyun var, on
beşi kuzularsa otuz beş olur. Bunun beş tanesi erkek olsa satar, evin
ihtiyacını karşılarım gibi hayallerdi düşündükleri. Yüz gün geçip Mart ayı
girdiğinde çobanlara yardım amacı ile bulgur, un; buğday, yani yarma, varsa
mercimek, fasulye, nohut toplanır, bu iş de nevruz günü yapılırdı.
Böylece çobanların yaylım boyunca yiyeceği sağlanmış olurdu ki, bunun da bir
manisi vardır. Bazen kimi çevre ve kimi köy çobanlarının bu toplanan yiyecek
maddeleri satıp kazandıkları parayı aralarında paylaştıkları da olur. Yani her
yöreye göre bir değişiklik vardır.
Yalnız
bu gelenek yılda iki defa düzenlenirmiş. Birincisi Güz mevsiminde, ikincisi
Bahar mevsimi girerken. Birincisinde toplanan yiyecekler bir yerde bir araya
getirilip, pilav, çorba, etli yemek, tatlılarla donatılmış sofra kurulur,
oturulup yenir, kalan çobanlar arasında bölüştürülür; ikincisinde de aynısı
yapılırmış.
Bizim
köyde de eskiden çobanlar için düzenlenen gelenek bahsettiğimiz gibiydi
ama, Sıyırmalı, Sarıkaya ve Abdurahmanlar'da da benzer gelenekler
varmış. Sıyırmalı köyünden Selam diye biri vardı (Ali İhsan
Gültekin’in kaynı). O, köy halkını toplar, etraf köylere de haber salar, bunlar
Sıyırmalı’da bir araya gelirler.
"Arkadaşlar
Sofularlılar böyle şeyleri sever, gidip oradan da bulgur-un toplayıp çobanlara
verelim" diye karar alırlar. Bir de başkan seçerler, başkan yani
seyilcibaşı, Selam olur.
Yola düşerler, kalenin dibinden çıkınca köylü bir bakar, çok büyük bir kalabalık geliyor, acayip kılıklar içinde: kimi koyun postuna sarınmış, kimi keçi postuna sarınmış, kimi sırtına hayvan, yani dana derisi geçirmiş, kimi ayı postuna bürünmüş, kimi sırtına kurt postu geçirmiş, kimi başına koç, keçi ya da öküz boynuzları takmış, kimi Kurt başını kafasının üstüne koymuş, kimi kafasının kenarlarına geyik boynuzları bağlamış… Kimi çenesine uzun bir sakal takmış... Kafilede kadınlar da var, kimi yüzüne kazan karası sürmüş, Arap bacı olmuş, kimi cadı kılığına girmiş. Mengensofular’da da eskiden böyle kılıktan kılığa girme geleneği varmış ama, kılık kıyafet devriminden sonra herhalde terk etmiş olacaklar. Bir de işin içinde 1960 ihtilali olunca. Çünkü bizim köy Şarkışla’ya, hükümete daha yakındı. Belki bir şikayet vuku bulmuş, Kaymakam ve Jandarma komutanı yasaklamıştır, belki de dindar bir cami hocasının veyahut okul öğretmeninin bu geleneğe karşı çıkması gibi bir başka sebeptendir.
Mengensofular’ın gençleri, orta hallileri bu kılıktan kılığa girmiş insanlara önce bir anlam verememiş, olup bitene ilkin seyirci kalmış. Okulun önüne gelince Seyilcibaşı Selam, “Selam, biz geldik” demiş. Onu yaşlılar tanımış ama, durumun ne olacağını ilkin kestirememişler. O arada da olanlar olmuş. Köyde ne kadar genç varsa bunlar ellerinde sopa, taş… gelenlerin üzerine yüklenmiş. Sıyırmalılar, Sarıkayalılar, Abdurrahmanlılar kaçmaya başlamış. Bunlar düzlekten aşana kadar kovalanmış. Seyilcibaşı Selam’ın bir kolu aldığı bir değnek darbesiyle çatlamış. Olayı gören Turan Öztoprak’ın oğlu Mehmet Öztoprak da buna dair uzun bir şiir kaleme almış. Söz konusu şiir Mengensofular.com ve Paşababa.com'da var, okuyabilirsiniz.
Yola düşerler, kalenin dibinden çıkınca köylü bir bakar, çok büyük bir kalabalık geliyor, acayip kılıklar içinde: kimi koyun postuna sarınmış, kimi keçi postuna sarınmış, kimi sırtına hayvan, yani dana derisi geçirmiş, kimi ayı postuna bürünmüş, kimi sırtına kurt postu geçirmiş, kimi başına koç, keçi ya da öküz boynuzları takmış, kimi Kurt başını kafasının üstüne koymuş, kimi kafasının kenarlarına geyik boynuzları bağlamış… Kimi çenesine uzun bir sakal takmış... Kafilede kadınlar da var, kimi yüzüne kazan karası sürmüş, Arap bacı olmuş, kimi cadı kılığına girmiş. Mengensofular’da da eskiden böyle kılıktan kılığa girme geleneği varmış ama, kılık kıyafet devriminden sonra herhalde terk etmiş olacaklar. Bir de işin içinde 1960 ihtilali olunca. Çünkü bizim köy Şarkışla’ya, hükümete daha yakındı. Belki bir şikayet vuku bulmuş, Kaymakam ve Jandarma komutanı yasaklamıştır, belki de dindar bir cami hocasının veyahut okul öğretmeninin bu geleneğe karşı çıkması gibi bir başka sebeptendir.
Mengensofular’ın gençleri, orta hallileri bu kılıktan kılığa girmiş insanlara önce bir anlam verememiş, olup bitene ilkin seyirci kalmış. Okulun önüne gelince Seyilcibaşı Selam, “Selam, biz geldik” demiş. Onu yaşlılar tanımış ama, durumun ne olacağını ilkin kestirememişler. O arada da olanlar olmuş. Köyde ne kadar genç varsa bunlar ellerinde sopa, taş… gelenlerin üzerine yüklenmiş. Sıyırmalılar, Sarıkayalılar, Abdurrahmanlılar kaçmaya başlamış. Bunlar düzlekten aşana kadar kovalanmış. Seyilcibaşı Selam’ın bir kolu aldığı bir değnek darbesiyle çatlamış. Olayı gören Turan Öztoprak’ın oğlu Mehmet Öztoprak da buna dair uzun bir şiir kaleme almış. Söz konusu şiir Mengensofular.com ve Paşababa.com'da var, okuyabilirsiniz.
Bu
olayın meydana gelmesinden sonra Mengensofular bir daha onmadı. Çünkü
bin yıldır, belki de iki-üç bin yıldır süren bir gelenek çiğnenmiş, üstelik
geleneği yürütenlere dayat atılmıştı. Olayı dediğimiz gibi dini bütün bir hoca
ya da medeniyet havarisi kesilen bir öğretmen de başlatmış; onların sözüyle
gençler bir anda galeyana gelmiş olabilir; ancak durum yine de bu kadar geniş
bir boyutta olmaz. Demek ki, biz köyde 1960 yılına kadar bu gelenek en az
25-30 yıldır yapılmamış, yani köylünün yaşlıları, yani aksakalları dışında çoğu
bilmemiş olacak.
Kuluncak'ın Sofular
beldesinde yayınlanan videoda söz konusu geleneği, canlandıran köylüleri
görmüştüm. O videoyu çok aradım ama, bulamadım, daha önce dediğim gibi köyün
sayfasından silinmiş. Ben ne kadar kaldırılmış desem de, bu gelenek belki Sofular
köyünde halen devam ettirilmektedir; öğrenmek gerek. Oyunun, açık hava halk
tiyatrosunun adı "Saya Oyunu".
Doç. Dr. Nilgün Çıblak'ın "İçel Mut Çömelek Köyü Seyirlik oyunlarından Saya Oyunu" adlı güzel bir ilmi araştırması var. O bu araştırmasında Toros yöresi olduğundan dolayı "Koç katımı" değil de "Teke katımı"ndan söz eder. Çoban kültürüyle ilgili Seyfettin Ceylan ve Yaşar Kalafat'ın da birer araştırması var.
Doç. Dr. Nilgün Çıblak'ın "İçel Mut Çömelek Köyü Seyirlik oyunlarından Saya Oyunu" adlı güzel bir ilmi araştırması var. O bu araştırmasında Toros yöresi olduğundan dolayı "Koç katımı" değil de "Teke katımı"ndan söz eder. Çoban kültürüyle ilgili Seyfettin Ceylan ve Yaşar Kalafat'ın da birer araştırması var.
Kanuni zamanında Sokullu
Mehmet Paşa’nın askerlerinin Erzincan’a girişindeki görüntü bir
tarihçi tarafından şöyle anlatılmış:
Başlarında
kurt başı, sırtlarında kurt postu, elleri kurt pençeli; bir kısmı böyle geçti.
Başlarında ayı başı, sırtlarında ayı kürkü, elleri ayı pençeli; bir kısmı böyle
geçti. Başlarında boynuzları olan öküz başı, sırtlarında öküz postu, elleri
öküz pençeli; bir kısmı böyle geçti. Başlarında boynuzlu koç başı, sırtlarında
yünlü koç derisi, elleri koç pençeli; bir kısmı da böyle geçti. Başlarında
geyik başı, sırtlarında geyik derisi, elleri geyik pençeli; bir kısmı da böyle
geçti. Bunların peşinden Yeniçeriler ve Sipahiler…
Peki bu, söz konusu resmi geçit bahsettiğim dövülme, kovalama olayındaki gibi değil mi? Yoksa ben mi yanılıyorum? Meydana gelen resmi geçit, XVI. Yüzyıl ortalarında meydana gelmiş değil mi?
Beğdili, ya da Bozkoyunlu Türkmenler'i araştırırken F. Sümer bunları XIII. Yüzyıl’a kadar götürüyor, haklarında bilgiler veriyor; bunu yazımızın birinci kısmında gördük.
Peki bu, söz konusu resmi geçit bahsettiğim dövülme, kovalama olayındaki gibi değil mi? Yoksa ben mi yanılıyorum? Meydana gelen resmi geçit, XVI. Yüzyıl ortalarında meydana gelmiş değil mi?
Beğdili, ya da Bozkoyunlu Türkmenler'i araştırırken F. Sümer bunları XIII. Yüzyıl’a kadar götürüyor, haklarında bilgiler veriyor; bunu yazımızın birinci kısmında gördük.
Ya
XII. Yüzyıl, ya XI. Yüzyıl.
Beğdili, yani Bozkoyunlu
Türkmenleri XIII. Yüzyıl’da kesin olarak var. Kendilerine Uzunyayla’da
üç konak, yani yaylım yer edinmişler, “Birinci oba Devetaş denilen yerde,
ikincisi Bozüyük, üçüncüsü de Alacahan’da yerleşmiş” dendiği gibi. Şarkışla’nın
Uzunyayla Türkmenleri dışında, Kızılırmak tarafına yakın köylerde bile
anlatılanlara bakılırsa, Türkmenler 1243 yılında Moğollara karşı koymuşlar. Arap
Dede, Kara Baba… bunlardan. Her biri evliya mertebesine çıkarılmış,
yatırları, türbeleri de var. Türkmenler bile bunları anlatırlar, mesela Arap
Dede, Türkmenlerden.
Demek
ki, Türkmenlerin Şarkışla ve Uzunyayla’ya gelmeleri ve konar göçer de
olsa, yerleşmeleri XIII. Yüzyıl’dan önce.
XII.
Yüzyıl Haçlı Seferleri’nin büyük bir hızla devam ettiği bir dönem. Türkmen
beylerinden Selahattin Eyyubi bu dönemde yaşamış. İkinci Kılıçarslan’lar
bile bu dönemde. Selçuklu hükümdarları, Zengi ve Eyyubi
hükümdarları Haçlılara karşı eli silah tutan Türkmen gençlerini istihdam etmişler.
Hatta Anuş Tekin'in oğlu Kutbettin Muhammet tarafından Harzemşahlar Devleti,
Maveraünnehir ve Horasan'daki Beğdililer tarafından tam
bağımsız olarak kurulmuş. Dönem sanki bir kıyameti, ya da mahşeri andırır
halde. Böyle bir zamanda savaşlardan başka bir şey konuşulmaz ve yazılmaz.
Ya XI. Yüzyıl?...
Ya XI. Yüzyıl?...
Demek
ki bu yerleşimi de, 1041 yılında Urumiye gölü kıyısında toplanıp
Hakkari’den Anadolu topraklarına adım atan 16 bin çadır gönüllü Türkmenin
belki 100-200, belki de 1000-2000 çadırlık kısmı gerçekleştirmiş. Ancak
söz konusu yerleşme 1060 yıllarından önce olamaz. Elmalı köylülerinin
Yedi kardeş ve Ziyaret tepesiyle ilgili bilgi verirlerken dedikleri
gibi, bu Türkmenler Bizanslılarla savaşmak için Horasan'dan kalkıp
gelmişler.
Kurt,
çoban kültüründe çok önemli bir yer tutar. Besicilikle uğraşan köylüler, daha
doğrusu çobanlar kurdu sanki bir totem kabul ederler. Bu putçuluk demek
değildir. Hayvanlarına zarar gelmemesi içindir. Atalar, “Mal canın yongası”
demiş; bunu boşuna dememişler. “Kurt ağzı bağlamak” ne demektir, ben
15-16 yaşlarındayken, söz konusu bağlamanın Şarkışla’da yapıldığını
biliyordum. Gerçekten de kurt ağzı bağlandıktan sonra kaybolan koyun veya kuzu,
veyahut sığır sapasağlam bulunurmuş. Ben bunu çok kimseden duydum. Biri bile
çıkıp da, “Yok böyle bir şey” demedi.
Firuz Bey ve üç oğlunu yazımızın bundan önceki kısımlarında anlattık. 6 aylık olup da öldü sanılan, sonra dirilen çocuğu da anlattık. Yine Kırşehir Türkmenleri'nde, bir mağaraya terkedilen üç çocuğun hikayesini, yani Ergenekon efsanesini de anlattık. Bir kurt, daha doğrusu bir dişi kurt, asena, o çocukları beslemiş, yürüyecek hale getirmiş; anne de gelip çocuklarını koyduğu yerde bulmuştu. Söz konusu olay, Türkmenlerin yine çoban kültürüyle ilgilidir. Nasıl kurt ağzı bağlandığında, kaybolan sürüye mensup bir canlıdan emin olunabiliyorsa, bir mağaraya çaresizlik sonucu bırakılan çocukların sağ kalacağından da emin olunabiliyor.
Firuz Bey ve üç oğlunu yazımızın bundan önceki kısımlarında anlattık. 6 aylık olup da öldü sanılan, sonra dirilen çocuğu da anlattık. Yine Kırşehir Türkmenleri'nde, bir mağaraya terkedilen üç çocuğun hikayesini, yani Ergenekon efsanesini de anlattık. Bir kurt, daha doğrusu bir dişi kurt, asena, o çocukları beslemiş, yürüyecek hale getirmiş; anne de gelip çocuklarını koyduğu yerde bulmuştu. Söz konusu olay, Türkmenlerin yine çoban kültürüyle ilgilidir. Nasıl kurt ağzı bağlandığında, kaybolan sürüye mensup bir canlıdan emin olunabiliyorsa, bir mağaraya çaresizlik sonucu bırakılan çocukların sağ kalacağından da emin olunabiliyor.
Yazımızın
ilk kısmında bir tepe üstünde bir bozkurdun dolanaylı bir gecede uluduğundan, o
yerin konulacak yer olarak seçildiğinden, beyin adının da Kurt Bey
olduğundan söz etmiştik. Yine bu isim de çoban kültürüyle ilgili. Ona ister Kurt
Fakı denilsin, ister Kurt Karaca denilsin, fark etmez; Kurt Bey'dir.
İsterse öldü sanılıp da hayata dönen oğluna ömrü çağrıştırsın diye Ömer
ismi verilsin, isterse yine Kurt Karaca denilsin,ondan Kırşehir
Türkmenleri'nde kara yağız, kıllı diye bahsedilsin, bundan olayı da Kara
Ömer ismi verilsin; fark etmez.
-Devamı var-
-Devamı var-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder