7 Mayıs 2013 Salı

MEMLEKETİM: UZANYAYLA YAHUT HALEP TÜRKMENLERİ -4. KISIM-

MEMLEKETİM: UZANYAYLA YAHUT HALEP TÜRKMENLERİ -4. KISIM-: Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK Beğdililerin ilk beyi Harzemşahlar hükümdarı Atsız Be y’in dedesi Anuş Tigin ’dir. Bunu İlhanlı tarihçileri...

UZANYAYLA YAHUT HALEP TÜRKMENLERİ -4. KISIM-


Yazan: Fahrettin ÖZTOPRAK
Beğdililerin ilk beyi Harzemşahlar hükümdarı Atsız Bey’in dedesi Anuş Tigin’dir. Bunu İlhanlı tarihçilerinden Reşidettin belirtmektedir. Türklerin Ergenekon Destanı’ndan ilk haber veren tarihçi odur. Bu nedenle biz Reşidettin ve onun "Camiü’t-Tevarih" adlı eserine çok şeyler borçluyuz. Prof. Dr. Faruk Sümer, "Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları" adlı iki ciltlik eserinde "Büyük Selçuklularda Şahıs Adları"ndan bahsederken Anuş Tigin için, o Alparslan ve Melikşah’ın en büyük emirlerinden Gümüştekin Bilge’nin Gorcistan (Garcistan)’lı bir Türk memlüküydü, "Harzemşahlar Devleti’nde Türkçe Adlar"dan bahsederken de, “Onun Oğuzların Beğdili boyundan olduğuna dair Camiü’t-Tevarih’teki sözlere inanmak, asla mümkün değildir”  der.
O bu bilgiyi Muhammed el-Munşi  en-Nesevi’nin "Siyretü Sultan Celalettin" adlı eserine göre verir. Ancak söz konusu eserde Anuş Tekin’in Beğdililerin beyi olmadığına dair bir bilgi yer almaz. Çünkü en-Nesevi, Reşidettin’in gençlik yıllarında vefat etmiştir. Faruk Sümer, söz konusu kesin kanaate nereden varmış, bilmiyoruz. Oysa bilimde, hele ki tarihi ya da sosyolojik araştırmalarda kesinlik söz konusu olamaz. Çünkü, Reşidettin’in "Camiü’t-Tevarih" eseriyle En-Nesevi'nin “Siyretü Sultan Celalettin” adlı eseri arasında 50-60 yıllık bir fark bile olmamasına rağmen, belge belgedir. F. Sümer anlamayabilir ama, bir başka araştırmacı anlar. Sakın, Garcistan (Gorcistan)’la Gürcistan’ı kimse birbirine karıştırmasın, Garca denmesini de kimse Gürcü zannetmesin. Çünkü o zamanlar Gürcistan ve Gürcü adı yoktu. Bu adlar çok daha sonra verilmiştir.
Gelelim Anuş Tekin’in Gümüştekin Bilge Bey’in kölesi olduğuna. Bu kölelik mevzuu da tartışmalıdır. Çünkü Tekin adını Göktürk, Gazneli ve Selçuklu bey sülalelerinden başka biri taşıyamaz. Hele ki bir köle hiç taşıyamaz. Şimdi biri çıkacak diyecek ki, peki Memlüklüler ne oluyor? Memlükün ya da Memlüklerin ne olduğunu, nereden geldiğini bilen biri asla bu soruyu sormaz. Çünkü Memlükler Türkistan’dan, Horasan’dan, Azerbaycan’daki Türk topraklarından Araplar tarafından tutsak alınan Türk gençleri veya Türk çocuklarıydı. Bunların bir kısmı da hükümdar ve bey sülalesinden geliyordu. Hükümdar ve bey sülalesinden gelenler Tekin adını alabilir, ya da taşıyabilirler. F. Sümer’in bunu bilmemesine imkan yok. Memlük olmak o kişinin bey olmasına engel değil. Kim bilir memlüklüğü söz konusu tarihçimiz Beğdililerin ilk çıkış beyi olmaya bir engel olarak görmüştür ama, onun şahsi fikri beni, ya da araştırmacıları bağlamaz.
Memlüklerden İhşidler var. Bunu biliyoruz. İhşid adı Akşit’ten gelir. Akşit de Semerkant hükümdarı Akşit Oğuzbek’ten başkası değildir. Akşit isimdir. Onun oğlu Muhtar Oğuzbek vardır ki, babasının 712 ya da 713 yılında öldürülmesiyle Semerkant hükümdarı olmuştur. Demek ki, bunlar herhangi bir nedenle Abbasiler’de askerlik görevi almış, zamanla yükselerek Suriye ve Mısır’da İhşidler Devleti’ni kurmuşlardır. Memlük, Araplarda sırf köle anlamına gelmez, Arap ve Acemler’in dışındakileri, bilhassa askerlik ve halifelik hizmetindeki Türklere verilen addı.
Türklerde Araplardaki gibi kölelik müessesi yoktu. Anuş Tekin’e Melikşah’ın İbrikçibaşısı deniyor. İbrikçibaşı, saraydaki hizmetçileri organize eden kişiye verilen bir addır. İbrikçibaşı illa eline ibriği alıp da hükümdarın eline su dökmez. Dökse bile ne olur ki… Zaten bütün beyler, kumandanlar hükümdarın hizmetçisi değil mi? Bunda aşağılanacak herhangi bir durum yok. Ben şahsen böyle düşünüyorum.
Reşidettin’i kaynak aldığımızda; Anuş Tekin, Beğdili’lerin geldiği ilk belirli şahsiyet olduğuna göre, demek ki bu bey bir Türkmen. Beğdili, beyce konuşan anlamına geldiği gibi, bey gönüllü anlamına da gelebilir. Çünkü “dil” kelimesi Farsçada gönüllü demektir. Beğdilii de bey gönüllüsü demektir. Peki, Türkmenlerde Anadolu fethine katılan gönüllüler kimlerdir? Bunları herhangi bir Selçuklu kumandanının veyahut komutanın emrinde hareket etmemiş kabul ettiğimizde, gerçekten de öyle, karşımıza -1041-1042 yıllarında Urumiye gölü kıyısında, Kızılboğa’ya bağlı 4000 çadır, Göktaş Bey’e bağlı 4000 çadır, Yağmur oğlu Bögi (Alp)'a bağlı 4000 çadır, Anasıoğlu ve Oğuzoğlu Mansur’a bağlı 4000 çadır- toplam 16 bin çadır olan ve Hakkari’den Anadolu’ya giren Türkmenler çıkar.
Türkmenler ilkin Yağmur Bey’e bağlıydılar. Bunlara Arslan Yabgu'dan dolayı Yubgulu Türkmenleri de diyorlardı. Onun ölümüyle Kızıl Bey’i lider seçtiler. Onun 1041 yılında ölümüyle Kızılboğa liderliğe getirildi, yani bey oldu. Kızılboğa’nın 1045, aslında 1047 yılında bir gece Irak’tan gelen Buhevhoğulları’na mensup ordu tarafından Diyarbakır kalesine girilip öldürülmesiyle, beylik Anasıoğlu Tekin’e geçti.
Bu Türkmen beylerin çadır sayısını belirten F. Sümer, maalesef Anısoğlu ile Boga (Kızılboğa)’nın birbirini bir bıçak düellosu sonucu öldürdüğünü söyler, ama bu Mükrimin Halil Yinanç'ın 1944 baskılı Selçuklular Devri (Anadolu'nun Fethi), Prof. Dr. Ali Sevim’in "Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi" adlı araştırma eserlerine göre, doğru değildir.
Boga, Anasıoğlu, Göktaş, Bögi ve Oğuzoğlu Mansur’dan vakayinamesinde bahseden Mateos bile, bir yerde, 1062 yılından bahsederken Saluri Horasan, Cemceme ve İsulu Bey’lerden söz eder; bunların Diyarbakır'ın Mervani beyi Nasr’dan yardım alıp Fırat havzasına kadar Ergani’den fetihlere başladıklarını belirtir. Bundan aynen söz eden Ali Sevim, eserinde İsulu isminin karşısına bir parantez açıp Anasıoğlu yazmış. Bir Faruk Sümer nasıl bir bilim adamı ve araştırmacıysa, M. H. Yinanç ve Ali Sevim de birer unvan sahibi araştırmacı.
İsulu adı Diyarbakır çevresinde birkaç yüzyıldır, hatta şimdi bile İzoli ya da İzolu olarak geçer; bunların bir kısmı, yüz iki yüz yıldır Kürtçe konuşsa bile, kendilerini Türkmen olarak bilirler. Anadolu içlerinde İsulu adı halen vardır; Silo da derler (Süleyman ismini bu nedenle daha çok tercih etmiş olabilirler), kullananlar da bir kelime Kürtçe bilmedikleri gibi Kürt değil, Türkmendir. Anasıoğlu adından bahseden F. Sümer, bu adı yerine göre Gızoğlu ya da Oğuzoğlu diye de yazmış. İtirazımız yok. Onun bu yazdığı doğru olabilir. Ancak çoğu fikrinin doğru olması bir iki fikrinin de yanlış olmayacağı anlamına gelmez. Zaten Oğuzoğlu Mansur, Anasıoğlu Tekin’in kardeşidir.
 
YEDİ KARDEŞLER
 
Şarkışla’da Yedi tepe üzerinde yatan Yedi kardeş hikayesi, efsanesi meşhurdur. İlçemizin her köyü de bu efsaneyi bilir ve kendi çevrelerine mal eder. Şimdi bile kendilerini Türkmen olarak addedenler, Şarkışla’nın güneyi, güneydoğusu ve güneybatısında, kısmen kuzeyinde, kısmen de batısında yerleşiktirler. İlçemizin diğer köyleri de arada sırada Türkmeniz derler ama, bizim köyler kadar değil.
Şarkışla’nın güneyinde, Osmanpınar köyünün hemen üzerinde, bu köyle bizim köy, yani Mengensofular arasında Ziyaret denilen bir tepe var. Bu tepenin üzerinde Yedi kardeşlerden biri yatar. Yedi kardeşin yedisinin de ayrı bir tepede yattığı, onların bu tepe üzerlerinde şehit düştükleri söylenir. Türkmenler her yıl gelir, bu tepenin üzerinde dua okurlar, dilek tutarlar. Hatta yağmur duası için bile buraya çıktıkları olur. Dualar yapılır; gerçekten de yağmur yağar.
Ziyaret Tepesi’ne çocukluk döneminde birkaç defa çıkmıştım. Bundan 10-15 yıl kadar önce bile memlekete gittiğimde yine çıkmıştım. Ziyaret Tepesi hakkında, şehit düşen Yedi kardeş hakkında Türkmenler, çevre köylüler çok şeyler anlatırlar.
Eskiden Şarkışla'ya bağlıydı, şimdi Gemerek'e bağlı, Bulhasan köyü internet sitesinde, "Köy sınırları içinde yer alan Ziyaret dağı adı verilen dağda metfun bulunan zatın yedi kardeşi vardır. Yedi kardeş Afganistan’ın Kuzeydoğusunda yer alan Bulhasan adı verilen bölgeden gelmişlerdir. Yedi kardeşin tamamı, yapılan bir savaşta şehit olurlar ve cenazeleri birbirini görür konumdaki yedi ayrı dağa defnedilir. Ziyaret dağında metfun bulunan zatın adının da Bulhasan Devlet-lû olduğu, köyün adının da buradan geldiği diğer bir rivayettir" diye belirtilir.
Kuzey Afganistan dahil, Özbekistan'ın güneybatısını da içine alan ve Türkmenistan'a kadar uzanan kısma çok eskiden Gorcisatan (Garcistan) derlerdi. Burası Horasan'a dahildi. Bulhasan köylüleri, kendilerini Oğuz'un İlbeyli Türkmenleri'nden olduklarını, bu köye XVIII. Yüzyıl'da konar göçerlikten yerleştiklerini söylerler. F. Sümer'e göre İlbeyliler de Beğdili'ye, yani Halep Türkmenleri'ne bağlıdırlar. Beğdililer’in ilk beyi Anuş Tigin'in de Horasan'ın Gorcistan bölgesinden olduğunu göz önünde tuttuğumuzda, taşlar yerine oturur ve Reşidettin haklılık payı kazanır.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun köyü Elmalı'da da Yedi kardeş efsanesi'nden ve Ziyaret Tepesi'nden söz edilir, bu kardeşlerden birinin Kara Baba olduğunu, yedi kardeşin Horasan'dan Bizanslılar ile savaşmak için geldiklerini belirtilir. Oysa Elmalı köyü Şarkışla'nın kuzeydoğusuna, Bulhasan köyü de batısına, Kızılırmak tarafına düşer. Resimdeki gibi, Şarkışla'nın Topakkale'den çekilen fotoğrafta, tam karşıda görülen Ziyaret Tepesi de, güneye düşer ve Mengensofular'a giderken doğusunda yer alır. Bu Türkmen kültürü ilçemizin % 90 her köyünde vardır. Hatta Gümüşhane'nin Köse ilçesi Bizgili köyünde de Yedi kardeş efsanesi ve Ziyaret Tepesi'nden söz ederler.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun sülalesine Kızıllar derler. Onun köylüsü Musa Türkoğlu, kendilerinin de Halep Türkmenlerinden olduklarını, cedlerine Kızıl bey dendiğini söylemektedir. Uzunyayla'daki Türkmenlerde de Kızıllar, ya da Kızıloğulları sülalesi vardır. Mustafa Kemal Atatürk bile, Rumeli'ye Anadolu'dan çok önceleri göçen Kızıllar sülalesindendir. Onun sülalesine Kızıloğulları da derler. Kızıl adı Kızılboğa'nın ya da Boga'nın babası, 1040 yılında, Dandanekan Meydan Muharebesi'nden sonra vefat eden Kızıl Bey'den gelir.
Şöyle deyim:
1000 yılını Kameri hesaba vurur isek, karşımıza 1040’lı yılların hemen hemen başlangıcı, 1041 yılı çıkar. İçinde bulunduğumuz yıl, yani 2011 yılı Türkmenlerin Urumiye gölü kıyısında toplanmaları ve Anadolu’ya Hakkari’den giriş yapmalarının kameri milenyum yıl dönümü.
Mükrimin Halil Yinanç, İbn al-Athir ve İbn Arzak'ı kaynak gösterir. Der ki: Bu iki eser birlikte dikkate alınmadıktan sonra düğüm çözülmez. Evet, o bu konuda haklıdır. F.  Sümer, İbn Arzak'ı dikkate almış, İbn al-Athir'i es geçmiş olabilir.  
M. H. Yinanç'ın verdiği bilgilere göre,  Diyarbakır’ın iktası 1045 yılında Tuğrul Bey tarafından Kızılboğa ve Anasıoğlu Tekin liderliğindeki Türkmenlere verilmiş. Aynı yıl Diyarbakır'ın Mervani beyi Nasr kaleyi boşaltıp Silvan’a çekilmiş. Kızılboğa bahsettiğimiz gibi, bir gece Diyarbakır kalesindeyken Araplar'ın baskını ile 1047 yılında şehit düşmüş.
Diyarbakır kalesinin meşhur “Yedi Kardeş Burcu” var. Bu burç, Dicle tarafına değil de Mardin tarafına bakar. Saldırılarda ilk ulaşılacak burçtur. Buhevhoğulları'nın, veya onlara destek için gelen Silvan Mervanileri'nin geldiği yön hesaba katılır ise, gece baskınının bu burca yakın bir kapı veya duvardan gerçekleşmiş olma ihtimali yüksek. Yedi Kardeşler Burcu'nda baskını gerçekleştirenlere karşı çok sıkı bir çarpışma gerçekleşmiş ki,  Yedi Kardeşler Burcu günümüze kadar gelmiş. Şimdi bile o yere Yedi Kardeş Burcu denir. Yedi kardeş orada şehit düştüler veya Anasıoğlu Tekin gibi bir yolunu bulup kurtuldular, her şey olabilir.
Yahut da Diyarbakır kalesinde de, Şarkışla’nın güney, güneydoğu ve güneybatı tepelerinde, hatta Elmalı ve Bulhasan köyü çevresinde de yedi kardeşin biri veyahut birkaçı şehit düşmüş, yedi kardeşin diğerleri sağ kalmış bile olabilir ama, burada vurgulanan yedi kardeşin her biri bir çarpışmanın içinde yer almış, boğaz boğaza düşmanla mücadele etmişlerdir.
1071’den önce 1067 yılında Afşin Bey’in, Malatya'dan Şarkışla tarafına Balıklıtohma çayını izleyerek geldiği, sonra Kayseri üzerine yürüyüp bu şehrin kalesini fethettiğine dair bilgileri var. Belgeler açıklar. Bu bey, Anadolu’yu Erzurum’dan Eskişehir’e kadar birkaç defa kat eden meşhur komutandır. 1060’lı yılların başında da Sivas’a doğru da bir Selçuklu akını var. Bunu Danişment Gazi yapmış, hatta Sivas’ı yerle bir etmiş. Daha sonra, herhalde Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra Erzincan, Sivas, Tokat şehirlerinin ve kalelerinin tamamen Selçuklu sınırlarına dahil edilmiş görüyoruz.
Sivas’ta, bilhassa Şarkışla’da düşmanla, yani Hıristiyanlar ile bundan sonra pek muharebe olmamış. Olmuşsa ancak Babailer isyanından sonra, 1243 yılında Moğollar'la Selçuklular arasında olmuştur. Aşıkpaşazade, Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş Bey’in Kayseri Sivas arasında, yani Şarkışla'da vefatına değinir. Bu normal bir ölüm değildir, öldürülmedir ama, nasıl olmuş bilmiyoruz. Yazımızda belirttiğimiz gibi, Şarkışla’nın birçok köyünde türbe ve yatırlar vardır. Bu türbe ve yatırların bir kısmı 1243 yılından itibaren Moğollar tarafından öldürülen Türkmenler'e aittir.
Yedi kardeşin şehit düştükleri her tepenin birbiriyle arasında birkaç km. bulunur. Bazen bu mesafe 4-5 km.’ye kadar çıkar. Ziyaret Tepesi'nde Cuma akşamları bir ışık göründüğü söylenir. Bu tuhaf bir ışıktır. Eskiden burada bir türbe bulunduğu da söylenir ama, şimdi herhangi bir iz yok. Yalnız yığılmış bir taş yığını vardır, yer mezarı andırır. Aynısı diğer tepelerde de bulunur. Mesela, Arap Dede tepesinde bir türbe vardır. İster Ziyaret tepesine, isterse Arapdede türbesine, hatta Kara Baba türbesine daha çok Türkmenler gelir, onlar yedi kardeşin şehit düşmesini muhayyelelerinde canlandırarak anlatırlar. Kimi hastalığı varsa, kimi evlenmemiş evde kalmışsa, şifa bulmak ya da dilek dilemek için buralara gelir.
 
TÜRKMENLERDE ÇOBAN KÜLTÜRÜ
 
Türkmenler, 1041 yılından beri keçi beslerler, koyun beslerler, sığır beslerler. Yani çobanlık, kameri bin milenyum yıl boyunca onların vazgeçilmez mesleklerinden biridir. Zamanla sürüsü çok olan kendi yaymayıp güvenilir başkalarına yaydırmaya başlamış olabilir, olmuştur da… Bu inkar edilemez. Çünkü aileden savaşlara gidenler olmuş, ya da sürülerinin yaylımına tek başına, ya da ailecek güç yetirilemez olmuş… vesaire, çeşitli nedenler… Çobanlar pek dışarıdan tutulmaz, yine tanıdıklardan, aynı obadan, aynı oymaktan, aynı boydan da olabilir.
Eskiden köyümüzde, çevre Türkmen köylerinde bir gelenek vardı. Kasım ayında koç katımı olur, herkes evinde kaç koyunu varsa kendisi yayardı. Belli bir süre yaydıktan sonra tekrar sürüye katıp çobana teslim ederdi. Bundan sonra yüz gün beklenir, bu süre içinde kuzu ana karnında tüylenmeye başlar, köy halkı da ümitle kuzuların doğmasını beklerdi. Çünkü tek geçim kaynakları tarım ve hayvancılık… Kışın odalarda toplanılır, herkes hayal kurardı. İşte bizim yirmi koyun var, on beşi kuzularsa otuz beş olur. Bunun beş tanesi erkek olsa satar, evin ihtiyacını karşılarım gibi hayallerdi düşündükleri. Yüz gün geçip Mart ayı girdiğinde çobanlara yardım amacı ile bulgur, un; buğday, yani yarma, varsa mercimek, fasulye, nohut toplanır, bu iş de nevruz günü yapılırdı.  Böylece çobanların yaylım boyunca yiyeceği sağlanmış olurdu ki, bunun da bir manisi vardır. Bazen kimi çevre ve kimi köy çobanlarının bu toplanan yiyecek maddeleri satıp kazandıkları parayı aralarında paylaştıkları da olur. Yani her yöreye göre bir değişiklik vardır.
Yalnız bu gelenek yılda iki defa düzenlenirmiş. Birincisi Güz mevsiminde, ikincisi Bahar mevsimi girerken. Birincisinde toplanan yiyecekler bir yerde bir araya getirilip, pilav, çorba, etli yemek, tatlılarla donatılmış sofra kurulur, oturulup yenir, kalan çobanlar arasında bölüştürülür; ikincisinde de aynısı yapılırmış.
Bizim köyde de eskiden çobanlar için düzenlenen gelenek  bahsettiğimiz gibiydi ama, Sıyırmalı, Sarıkaya ve Abdurahmanlar'da da benzer gelenekler varmış. Sıyırmalı köyünden Selam diye biri vardı (Ali İhsan Gültekin’in kaynı). O, köy halkını toplar, etraf köylere de haber salar, bunlar Sıyırmalı’da bir araya gelirler. 
"Arkadaşlar Sofularlılar böyle şeyleri sever, gidip oradan da bulgur-un toplayıp çobanlara verelim" diye karar alırlar. Bir de başkan seçerler, başkan yani seyilcibaşı, Selam olur.
Yola düşerler, kalenin dibinden çıkınca köylü bir bakar, çok büyük bir kalabalık geliyor, acayip kılıklar içinde: kimi koyun postuna sarınmış, kimi keçi postuna sarınmış, kimi sırtına hayvan, yani dana derisi geçirmiş, kimi ayı postuna bürünmüş, kimi sırtına kurt postu geçirmiş, kimi başına koç, keçi ya da öküz boynuzları takmış, kimi Kurt başını kafasının üstüne koymuş, kimi kafasının kenarlarına geyik boynuzları bağlamış… Kimi çenesine uzun bir sakal takmış... Kafilede kadınlar da var, kimi yüzüne kazan karası sürmüş, Arap bacı olmuş, kimi cadı kılığına girmiş. Mengensofular’da da eskiden böyle kılıktan kılığa girme geleneği varmış ama, kılık kıyafet devriminden sonra herhalde terk etmiş olacaklar. Bir de işin içinde 1960 ihtilali olunca. Çünkü bizim köy Şarkışla’ya, hükümete daha yakındı. Belki bir şikayet vuku bulmuş, Kaymakam ve Jandarma komutanı yasaklamıştır, belki de dindar bir cami hocasının veyahut okul öğretmeninin bu geleneğe karşı çıkması gibi bir başka sebeptendir.
Mengensofular’ın gençleri, orta hallileri bu kılıktan kılığa girmiş insanlara önce bir anlam verememiş, olup bitene ilkin seyirci kalmış. Okulun önüne gelince Seyilcibaşı Selam, “Selam, biz geldik” demiş. Onu yaşlılar tanımış ama, durumun ne olacağını ilkin kestirememişler. O arada da olanlar olmuş. Köyde ne kadar genç varsa bunlar ellerinde sopa, taş… gelenlerin üzerine yüklenmiş. Sıyırmalılar, Sarıkayalılar, Abdurrahmanlılar kaçmaya başlamış. Bunlar düzlekten aşana kadar kovalanmış. Seyilcibaşı Selam’ın bir kolu aldığı bir değnek darbesiyle çatlamış. Olayı gören Turan Öztoprak’ın oğlu Mehmet Öztoprak da buna dair uzun bir şiir kaleme almış. Söz konusu şiir Mengensofular.com ve Paşababa.com'da var, okuyabilirsiniz.
Bu olayın meydana gelmesinden sonra Mengensofular bir daha onmadı. Çünkü bin yıldır, belki de iki-üç bin yıldır süren bir gelenek çiğnenmiş, üstelik geleneği yürütenlere dayat atılmıştı. Olayı dediğimiz gibi dini bütün bir hoca ya da medeniyet havarisi kesilen bir öğretmen de başlatmış; onların sözüyle gençler bir anda galeyana gelmiş olabilir; ancak durum yine de bu kadar geniş bir boyutta olmaz. Demek ki, biz köyde 1960 yılına  kadar bu gelenek en az 25-30 yıldır yapılmamış, yani köylünün yaşlıları, yani aksakalları dışında çoğu bilmemiş olacak.
Kuluncak'ın Sofular beldesinde yayınlanan videoda söz konusu geleneği, canlandıran köylüleri görmüştüm. O videoyu çok aradım ama, bulamadım, daha önce dediğim gibi köyün sayfasından silinmiş. Ben ne kadar kaldırılmış desem de, bu gelenek belki Sofular köyünde halen devam ettirilmektedir; öğrenmek gerek. Oyunun, açık hava halk tiyatrosunun adı "Saya Oyunu".  
Doç. Dr. Nilgün Çıblak'ın "İçel Mut Çömelek Köyü Seyirlik oyunlarından Saya Oyunu" adlı güzel bir ilmi araştırması var. O bu araştırmasında Toros yöresi olduğundan dolayı "Koç katımı" değil de "Teke katımı"ndan söz eder. Çoban kültürüyle ilgili Seyfettin Ceylan ve Yaşar Kalafat'ın da birer araştırması var.
Kanuni zamanında Sokullu Mehmet Paşa’nın askerlerinin Erzincan’a girişindeki görüntü bir tarihçi tarafından şöyle anlatılmış:
Başlarında kurt başı, sırtlarında kurt postu, elleri kurt pençeli; bir kısmı böyle geçti. Başlarında ayı başı, sırtlarında ayı kürkü, elleri ayı pençeli; bir kısmı böyle geçti. Başlarında boynuzları olan öküz başı, sırtlarında öküz postu, elleri öküz pençeli; bir kısmı böyle geçti. Başlarında boynuzlu koç başı, sırtlarında yünlü koç derisi, elleri koç pençeli; bir kısmı da böyle geçti. Başlarında geyik başı, sırtlarında geyik derisi, elleri geyik pençeli; bir kısmı da böyle geçti. Bunların peşinden Yeniçeriler ve Sipahiler…
Peki bu, söz konusu resmi geçit bahsettiğim dövülme, kovalama olayındaki gibi değil mi? Yoksa ben mi yanılıyorum? Meydana gelen resmi geçit, XVI. Yüzyıl ortalarında meydana gelmiş değil mi?
Beğdili, ya da Bozkoyunlu Türkmenler'i araştırırken F. Sümer bunları XIII. Yüzyıl’a kadar götürüyor, haklarında bilgiler veriyor; bunu yazımızın birinci kısmında gördük.
Ya XII. Yüzyıl, ya XI. Yüzyıl.
Beğdili, yani Bozkoyunlu Türkmenleri XIII. Yüzyıl’da kesin olarak var. Kendilerine Uzunyayla’da üç konak, yani yaylım yer edinmişler, “Birinci oba Devetaş denilen yerde, ikincisi Bozüyük, üçüncüsü de Alacahan’da yerleşmiş” dendiği gibi. Şarkışla’nın Uzunyayla Türkmenleri dışında, Kızılırmak tarafına yakın köylerde bile anlatılanlara bakılırsa, Türkmenler 1243 yılında Moğollara karşı koymuşlar. Arap Dede, Kara Baba… bunlardan. Her biri evliya mertebesine çıkarılmış, yatırları, türbeleri de var. Türkmenler bile bunları anlatırlar, mesela Arap Dede, Türkmenlerden.
Demek ki, Türkmenlerin Şarkışla ve Uzunyayla’ya gelmeleri ve konar göçer de olsa, yerleşmeleri XIII. Yüzyıl’dan önce.
XII. Yüzyıl Haçlı Seferleri’nin büyük bir hızla devam ettiği bir dönem. Türkmen beylerinden Selahattin Eyyubi bu dönemde yaşamış. İkinci Kılıçarslan’lar bile bu dönemde. Selçuklu hükümdarları, Zengi ve Eyyubi hükümdarları Haçlılara karşı eli silah tutan Türkmen gençlerini istihdam etmişler. Hatta Anuş Tekin'in oğlu Kutbettin Muhammet tarafından Harzemşahlar Devleti, Maveraünnehir ve Horasan'daki Beğdililer tarafından tam bağımsız olarak kurulmuş. Dönem sanki bir kıyameti, ya da mahşeri andırır halde. Böyle bir zamanda savaşlardan başka bir şey konuşulmaz ve yazılmaz.
Ya XI. Yüzyıl?...
Demek ki bu yerleşimi de, 1041 yılında Urumiye gölü kıyısında toplanıp Hakkari’den Anadolu topraklarına adım atan 16 bin çadır gönüllü Türkmenin  belki 100-200, belki de 1000-2000 çadırlık kısmı gerçekleştirmiş. Ancak söz konusu yerleşme 1060 yıllarından önce olamaz. Elmalı köylülerinin Yedi kardeş ve Ziyaret tepesiyle ilgili bilgi verirlerken dedikleri gibi, bu Türkmenler Bizanslılarla savaşmak için Horasan'dan kalkıp gelmişler.
Kurt, çoban kültüründe çok önemli bir yer tutar. Besicilikle uğraşan köylüler, daha doğrusu çobanlar kurdu sanki bir totem kabul ederler. Bu putçuluk demek değildir. Hayvanlarına zarar gelmemesi içindir. Atalar, “Mal canın yongası” demiş; bunu boşuna dememişler. “Kurt ağzı bağlamak” ne demektir, ben 15-16 yaşlarındayken, söz konusu bağlamanın Şarkışla’da yapıldığını biliyordum. Gerçekten de kurt ağzı bağlandıktan sonra kaybolan koyun veya kuzu, veyahut sığır sapasağlam bulunurmuş. Ben bunu çok kimseden duydum. Biri bile çıkıp da, “Yok böyle bir şey” demedi.
Firuz Bey ve üç oğlunu yazımızın bundan önceki kısımlarında anlattık. 6 aylık olup da öldü sanılan, sonra dirilen çocuğu da anlattık. Yine Kırşehir Türkmenleri'nde, bir mağaraya terkedilen üç çocuğun hikayesini, yani Ergenekon efsanesini de anlattık. Bir kurt, daha doğrusu bir dişi kurt, asena, o çocukları beslemiş, yürüyecek hale getirmiş; anne de gelip çocuklarını koyduğu yerde bulmuştu. Söz konusu olay, Türkmenlerin yine çoban kültürüyle ilgilidir. Nasıl kurt ağzı bağlandığında, kaybolan sürüye mensup bir canlıdan emin olunabiliyorsa, bir mağaraya çaresizlik sonucu bırakılan çocukların sağ kalacağından da emin olunabiliyor.
Yazımızın ilk kısmında bir tepe üstünde bir bozkurdun dolanaylı bir gecede uluduğundan, o yerin konulacak yer olarak seçildiğinden, beyin adının da Kurt Bey olduğundan söz etmiştik. Yine bu isim de çoban kültürüyle ilgili. Ona ister Kurt Fakı denilsin, ister Kurt Karaca denilsin, fark etmez; Kurt Bey'dir. İsterse öldü sanılıp da hayata dönen oğluna ömrü çağrıştırsın diye Ömer ismi verilsin, isterse yine Kurt Karaca denilsin,ondan Kırşehir Türkmenleri'nde kara yağız, kıllı diye bahsedilsin, bundan olayı da Kara Ömer ismi verilsin; fark etmez.

-Devamı var-